Yüksek Ses, Alçak Alan: Kadınların Mesleki Toplantılarda Karşılaştığı Görünmez Sınırlar
- Saliha ŞAHİN
- 14 May
- 3 dakikada okunur
Bu yazı, Ankara Barosu kurullarından birinde, bizzat yaşadığım deneyimden yola çıkarak kaleme alınmıştır. Olayın taraflarına ve detaylarına yer verilmemiştir; çünkü amaç, kişisel bir tartışmayı değil, kurumsal yapılarda kadınların karşılaştığı eril şiddet ve sistematik dışlama biçimlerini görünür kılmaktır.
Yazıda yer alan tüm ifadeler, soruşturma sürecine saygı göstermek ve gizliliği ihlal etmemek amacıyla soyutlaştırılmıştır. Bu nedenle burada anlatılanlar yalnızca bir vakaya değil, tekrar eden yapısal bir soruna işaret etmektedir: Şiddetin tanınmadığı, sessizliğin meşrulaştığı ve kadınların sürekli "makul" olmaya zorlandığı meslek içi alanlara.

Karma örgütler, kadınlar ve LGBTİ+ için zorluklarla dolu, yer yer varlık mücadelesi verilen çatışma alanları olabilmektedir. Özellikle birlikte karar alınması gereken bu tür ortamlarda kadınların varlığı, hâlâ çok sayıda erkekte savunulması gereken bir mevzi hissi yaratmaktadır. Sadece bir cümle, bir vurgu ya da küçük bir hatırlatma bile yeterlidir. Çünkü tam o anda, bütün odağı dağıtan; seslerin yükselmesine, sandalyelerin itilmesine, bedenin alanda “daha çok yer kaplamasına” neden olan o içgüdüsel savunma mekanizması devreye girer.
Bu tür alanlarda yaşananlar, çoğu zaman “anlık gerilim” ya da “toplantı içi tansiyon” olarak tanımlanır. Ama o yükselen sesin hedefinde bir kadın varsa, otoritenin beden diliyle kurulduğu o an, yalnızca bir tartışma olmaktan çıkar. Artık orada bir görünmeyen eşik, bir psikolojik tehdit, bir bedensel tahakküm vardır. Ve çoğu zaman bu tehdidin tanımı yapılmaz, çünkü failin niyeti değil mağdurun tepkisi konuşulur.
İlk tehdit, o sesin yükseldiği, bedensel gücün devreye girdiği o anda hissedilir. Ama daha yıpratıcı olan, tehdit geçtikten sonra başlar. Tanıklık etmiş onlarca kişi konuşmaz. Fail, yaşananı “abartı” olarak tanımlar. Ve sessizlik büyür.
Çoğu zaman, bağıranın değil, bağırılanın sesi sorgulanır.“Peki ama neden öyle söyledi?”“Belki de daha yumuşak ifade etseydi böyle olmazdı…”“Toplantıda herkesin siniri bozulmuştu zaten, kişisel alma…”
İşte ikincil travma, tam da burada başlar. İlkinde tehdit edilir, ikincisinde yalnızlaştırılırız. İlkinde yerimiz daraltılır, ikincisinde varlığımız “problemli” hâle gelir.
Şiddetin tanımı yapılmaz çünkü tanım yapmak failin sorumluluğunu kabul etmeyi gerektirir.Bunun yerine mağdurun üslubu, el kol hareketleri, yüz ifadesi, oturduğu yer, bedeninin kime dönük olduğu, hatta ses tonu konuşulur.O andan itibaren herkes için rahat olan anlatı kurulur: “Aslında o da çok tepki verdi.”
Fiziksel temas yoksa, şiddet de yok sanılır.Oysa sandalyenin bir anlık gürültüsü, yüksek sesle söylenmiş bir "Otur!" emri, sallanan parmak, toplantı sırasında kurulan beden dili…Bunların hepsi bir kadına, sırf itiraz ettiği için yöneltildiğinde, şiddet artık yalnızca fiil değil, alanın tamamıdır.
“Erkek” Yoldaşlığı
Bir erkek, başka bir erkeğe yüksek sesle bağırdığında ortam gerilir. Ama bir erkek, bir kadına bağırdığında ortamda genellikle tuhaf bir sessizlik olur. Çünkü o anda yaşanan sadece kişisel bir gerilim değildir; herkes bilir ki bu, daha büyük bir iktidar çatışmasıdır.
Kurullarda, toplantılarda ya da karar masalarında bu sessizlik sıradanlaşmıştır. Kimse doğrudan desteklemez belki, ama kimse müdahale de etmez. Fail, fail olarak yalnız kalmaz ama mağdur ise mağduriyetinde tehlikeli bir biçimde yalnızlaştırılır.
Bu da gösteriyor ki, şiddetin olmadığı iddia edilen bu alanlarda aslında çok güçlü yoldaşlık bağları işler.
Kimi zaman bir grup fotoğrafı, kimi zaman sessizce atılan bir gülücük, kimi zaman da “boş ver, büyütme” diye fısıldanan bir cümleyle o bağlar pekiştirilir.Bu dayanışma, adını yüksek sesle koymadığı şiddeti düşük sesle meşrulaştırır.

Makullük Tuzağı
Kadınlar ise böyle bir ortamda sürekli olarak “makul” kalmak zorundadır.Sesi ne çok yükselmeli ne fazla alçalmalıdır. Ne fazla sinirlenmeli ne de fazla susmalıdır.Hatta şiddete uğradığında bile, yaşadığı şeyin adını koyarken ölçülü, dengeli, sakin ve mantıklı olmalıdır.Aksi hâlde “kendisi olayın tansiyonunu yükselten” kişi ilan edilir.
Oysa şiddet makul değildir. Ve makul olmak, her zaman adaletli olmak anlamına gelmez.
Adı Konmamış Sistemler, Tanınmamış Şiddetler
Bazı kurumlar, şiddeti yalnızca ortaya çıktığı anda tanımaya çalışır. Ama aslında şiddet, sadece yaşanarak değil, çoğu zaman görmezden gelinerek de yeniden üretilir.
Bir kurulda yaşanan bir bağırma, bir susma, bir suçlama…
Hepsi tek tek küçük görünebilir. Ama bu küçük parçalar bir araya geldiğinde kadını dışarıda bırakan, yıldıran , susturan adı konmamış ama çok tanıdık bir sistemi doğurur.
Bu nedenle yaşananlar sadece “kişisel bir anlaşmazlık” değildir. Bir kurumun, kendi içinde var olan eşitsiz güç ilişkilerini tanıyıp tanımadığına, kendini yeniden yapılandırıp yapılandıramadığına dair bir dayanıklılık testidir.
Kadına yönelik şiddet, sadece koridorlarda, evlerde, sokaklarda yaşanmaz. Toplantı salonlarında, WhatsApp gruplarında, kurul notlarında da yaşanır. Ve eğer oradaki şiddet tanınmazsa, bu kurumsal sessizlik bizzat şiddetin parçası hâline gelir.
Barolar, yalnızca hukuku temsil eden yapılar değil; aynı zamanda hukukun değerlerini korumakla yükümlü yapılardır. Bu nedenle bir kadının “burada şiddet görüyorum” diyerek ayağa kalktığı bir salonda, o kurumu temsil eden herkesin sorumluluğu vardır.
Bu sorumluluk, yalnızca bir olayla yüzleşmek değil; o olaya yol açan iklimi değiştirmekle başlar. Ve bazen değişim, en yüksek sesle değil; en net görülen sessizlikle başlar.
Umutla ve dirençle…
Comentarios